Hemodiyaliz
Diyaliz aygıtı ilk kez 1913’te ABD’de tavşanlar üzerinde denendi. Prototip olarak yapılan ilk model, içinde dolaşan çözeltide asıltı halinde kollodyum (nit-roselüloz) tüplerinin bulunduğu bir silindirden oluşuyordu. Hayvanın kanının kollodyum tüpleri içinden geçerken pıhtılaşmaması için hirudin denen bir madde kullanılıyordu.
İlk modellerin başlıca sakıncaları kollodyumun yarı geçirgen zar olarak kullanılmaya uygun nitelikte olmaması ve hirudinin pıhtılaşmayı önlemede yetersiz kalmasıydı. (Damar endotelinden farklı bir yüzeyle karşılaşan kan hemen pıhtılaşmaya başlar.)
1930-40 arasındaki iki önemli buluş hemodiyalizde büyük ilerlemeler sağladı. Bunların biri selofanın, öbürü ise küçük dozlarda verildiğinde bile kanın pıhtılaşmasını uzun süre önleyen heparin adlı maddenin bulunmasıydı. Teknolojinin ilerlemesiyle 1950’lerin sonlarına doğru diyaliz aygıtı akut böbrek yetmezliğinde yaygın olarak kullanılmaya başladı.
En önemli sorun vücudun kan dolaşımıyla aygıtın tüpleri arasındaki bağlantıyı sağlamaktı. 1960’a değin uygulanan yöntemde bir atardamar ve bir toplardamar cerrahi girişimle çıkarılarak silikonlu tüplerle aygıta bağlanıyordu. Diyaliz bittiğinde bu damarlar dikiliyor ve bir daha kullanılamıyordu. Bu durumda birkaç uygulamadan sonra diyaliz yapma olanağı kalmıyordu.
New York Üniversitesi’nden İtalyan asıllı iki Amerikalı hekim bu sorunun çözümüne önemli katkıda bulundu. Bresciâ ve Cimino adlı bu hekimlerin geliştirdiği çözüm, genellikle el bileği bölgesindeki bir atardamar ve bir toplardamar arasında cerrahi yöntemle bir fistül (bağlantı) oluşturmaya dayanıyordu.
Kılcal damarlardan geçmeksizin doğrudan toplardamara gelen atardamar kanı, toplardamar duvarının kalınlaşmasına (hipertrofi) yol açıyor ve böylece bu toplardamarın hacmi artıyordu. Damar çapının genişlemesi, damar duvarının da daha esnek ve sağlam hale gelmesi tüplere bağlanan büyük iğnelerle bile birçok kez damarlara girilebilmesini sağlıyor her uygulamada damar kapanmıyordu.